29 Mart 2013 Cuma

şövalye

Öyle büyük ki büyükler, koccamanlar. Aklımda binlerce kelime. Bitmemiş cümleler, hep sensin yazılarda, okunuşlarda, bakışlarda, doğum sancısı çekiyor tüm duygular. Günde bir kaç sefer aynaya bakıyorum, yakınlaşıyorum, yakınlaşıyorum ta ki göz bebeklerimin içindeki dağları, tepeleri görene kadar, kahverengi tonlar, yeşil de var biliyor musun? Sen görebilmiş miydin renklerimi? Bana ne kadar yakın baktın uzakken? Şu anda uçan balonlar kadar uzaksın bana, kilometrelerce, bulutlarla oynaşıyorsun, rüzgar savuruyor seni, bazen bana bakıyorsun, bende sana, içimiz gidiyor gene. Farkında mısın tekrar döneceksin bana, tekrar avuçlarımın içinde olacaksın, tekrar senin kalbinin en güzel köşesinde olacağım sevgili.


Seninle bir yerdeyiz rüyamda bir dolu yabancı var etrafta, yemyeşil bir yılan var bir adamın elinde, pırıl pırıl parlıyor.Upuzun dili yüzümde tıslıyor. Adam bana bakıyor elini tutuyorum senin, diyor ki SEN! Kurtaracaksın!, yeşil yılanı alıyor, kuyruğunu kesiyor avuç kadar bir parça sonra düzleştiriyor, etin ortasından bir delik açıyor bana uzatıyor. Sana bakıyorum ben, sen donmuş bana bakıyorsun, adam diyor ki al bunu denizde boğulacaksın -sen elinden tuttuğunu kurtaracaksın diyor. Sen varsın diye korkmuyorum alıyorum elime o yeşil eti, bak diyorum sana, biz kurtulacakmışız. Sen bana dönüp hayır sen beni kurtaracakmışsın diyorsun. Bende sana,sen kendini kurtarırsan beni de kurtarırsın diyorum. Sen sadece bana baktın cevap vermedin, tepkisiz kaldın. Evet miydi, koca bir hayır mıydı, bu tepkide bir hayır, şer var mıydı bilemeden uyandım tavana baka baka.

Aldatılmak nedir bilirsin, aldatmak da nedir bilirsin, beni kelimelerinle aldattın sen..Biliyorum, farkındayım dönüp dolaşıp aynı yerdeyim, ne uzuyor cümlelerim, ne kısalıyor, tıkandım kaldım neden biliyor musun kapı yok ışığı görebileceğim. Sanki Alice Harikalar Diyarı, anahtar var kapı küçük, masa var, sandalye küçük hiç bir şey birbirine tam değil yoksa denk değil miyiz?


Bir ağaç olsaydım, çiçekler, meyveler, taze yapraklar verseydim, baharda yapraklarım dökülüp, kışın sıcak toprakta köklerim ısınırken dallarım rüzgarların, karların, fırtınaların kırılmayan şövalyesi olsaydı, sende benim içimdeki, benimle beslenen, beni yiyip bitiren ama sohbetine doyamadığım, içimi kemiren kurtçuk olsaydın. Mutlu mesut ama imkansızlığa doğru yaşasaydık ama ayrılmasaydık.


Ne bir balonsun, gök yüzünde uçup avuçlarıma düşecek, ne boğulduğunda kurtaracağım, elini tuttuğum sevgili,  ne dengiz seninle ama tek hikaye var gerçek olan..Ben bir ağacım yerinden  hiç kıpırdamayan, sen bir kurtçuksun içimi yiyip bitiren, beni kemiren, öldüren ama o kadar hoş sohbetsin ki vazgeçemiyorum senden. 






19 Mart 2013 Salı

beni ben istiyorum

Yedi yaşımdayken babam beni jimnastiğe göndermişti. Çivit mavisi mayolarımız vardı. Diğer kızlar benden çok büyüklerdi ve ben genellikle kenarda beklerdim, top toplardım, yastıkların üstünde zıplardım. O kum kokulu spor salonunun kokusu hala burnumda. Bazen esneme hareketleri yapardık, taklalar atardık, parandeler atardık, bazende ellerimizde çubuklu kurdelelerle havada şekiller çizerdik. O kadar güzeldi ki o kırmızı kurdelenin havadaki yumuşak dansı, tüm şekilleri izlerdim saniye saniye. Bazen minik minik baloncuklar yapardım bazende zigzaglar bazen ismimi yazmaya çalışırdım. Baş harfimi çok güzel yapardım ama. Neden sonra eğitmenimiz hamile kaldı ve Ankara'ya taşındı ve o son gündü benim için...mayom kenara atıldı, kurdelemle evde oynayacak alan çok dar olduğu için o da kenara atıldı sonra çöp oldu. Hala o mavi mayom benimle, artık küçücük ama yepyeni ilk günkü gibi içinde hayalleriyle eğlenen küçük kızın umutları gizli. 

Kaybettiğim çok eşya oldu benim. Nerede olduğunu bilemediğim, hoop arka cebimden çıkan bir miktar ama güzel bir miktar para, hoop kaybettiğim uğur küpelerim, hoop aylar önce kaybolan turkuaz renkli tshirtüm, hoop geçen sene kaybettiğim o kenarı dore topuklu ayakkabılarım. Aslında çok topluyumdur ben. Mesela evden çıkarken asla dağınık çıkamam çünkü illa ki bir misafirim gelir, gelmezse bile dağınık bir salona girmeyi sevmem hele ki kalmış bulaşıklı bir mutfak, toplanmamış bir yatak zaten benim için başlı başına bir uğursuzluktur ben öyle inanırım. O yatağımı toplamadığım zaman sanki bütün gün işlerim ters gidecek, darmadağınık olacakmış gibi gelir. Akşam olunca eğer yalnız yaşıyorsam o tütsü yakılacak, güzel müzikler çalacak ve asla televizyon açılmayacak. Yazsa eğer balkonda oturulacak, bir Türk kahvesi keyfiyle, etraf izlenilecek, yıldızlara bakılacak, o yıllardan beri hiç şekli değişmeyen yıldızlar bulunacak, dakikalarca boş boş onlara bakılacak. İşte buyum ben. Ben aslında yalnızlığı o kadar severim ki, dinginliği, huzuru. Huzur bulmak kendini dışarılara atmak değildir, benim için o balkondaki muhabbet dünyanın en büyük huzurudur. Hele ki yazsa mis gibi yaz kokar etraf, çim kokar, sıcak kokar, yaprak kokar, meltem kokar.

Neden unutamıyorum, aslında bu akıl neleri unuttu, ne kötü günler geçirdi, üzüntüden sağ kolum ve bacağım felç oluyordu, kalbim sıkışıyordu, yüzüm uyuşuyordu, o kadar üzüldü ki bu beden ben ölmek istemiyorum diye ağladı saatlerce bakıp kaldığı tavandaki kancaya, kim ne derse desin diye haykırarak bağırdım ben mutluyum siz isteğiniz gibi değil dünya, ben mutluyum diye bağırdım her şeye rağmen. Saatlerce o koltukta kıvrılmış solucan gibi ağladım, neden istenmiyorum diye, neden yalnızım diye, neden bunlar yaşanıyor diye. Sonra dedim ki kendime çünkü sen bunları yaşamalısın, bu da senin çizdiğin yol olmasa da, o kurdeleni salladığında olduğu gibi mutluluk dolu değil yaşam, eşyalarını kaybettiğin gibi kaybedebilirsin düşlediğin yaşamı, uçar gider dilek fenerleri gibi, gerçekleşmesi imkansız olduğu için fenere yüklediğin anlamlar gibi, sorumluluğu ona atman gibi. Hala yaşıyorum ve hala belki istenmiyorum ama ben beni istiyorum ve bu hayat ne kadar yıldırsa da beni, benim içimde hep baharlar var, göz yaşlarım nisan yağmurları gibi, hep yeşilim ben, çevrem sonbahar olsa da o kışı yaşamamak için hep direneceğim ben. Bir gün o kış geldiğinde, onu huzurla karşılayacağım, hoş geldin diye.




13 Mart 2013 Çarşamba

racon

Oturdum deniz kıyısına, uzattım ayaklarımı dalgalara karşı, köpük köpük, yosunlar var yeşil yeşil, pırıl pırıl parlayan zümrüt taşlar. Ufuk sonsuz, deniz sonsuz, rüzgarlar tuzlu bedenimi ısıtıyor. Etrafta kimse yok, sen benden başka..Peki sen nerdesin?

İstanbul öyle büyük ki ama o kadar küçük ki benim için..hatırlıyor musun sana soru sorarken önümdeki arabaya çarptım. O da önündekine çarptı zincirleme kaza oldu bi anda. Zincirleme, bir bağlam, zorla bile olsa bir bağ. Sonra o önümdeki arabanın sahibi olan sesi titrek çocuğun ifadesini aldıktan sonra, erkek çocuğu gibi zabıtımı tuttum ve onlarla daha fazla vakit harcayamayacağımı söyleyerek maille diğer bilgilerimi atacağımı söyleyip yoluma bakmıştım, kamyon şöforü edasıyla, hatırlıyor musun? Bazen gerçekten kendimden bile korkuyorum ben çünkü içimde herşeyi halletmeyi öğrenmiş bir ben var, kırılgan yanımın yanı sıra. Öyle ki tespih çeker o yürek, küfür de eder, hırçındır da, hakkını yedirtmez de, kendini ezdirmez de, bir o kadar tatlı dilli olup her işini kolaylıkla yapabilir de yani racon denilen kelimeyi de bilir. İşte İstanbul yaptı bana bunu. 

Sen ne öğrendin bu hayatta? En sevdiğim ne oldu biliyor musun. Seninle arabada giderken dedim ya sana ben koca İstanbul'a sığmadım, upuzun yollara sığamadım, şu küçücük memlekette, kalbine sığı verdim ve çok mutluyum dedim. Sen bana arkadaşım dedin, sus dedin, onu dedin, bunu dedin...
Portakal suyu makineleri vardı eskiden ki hala var bazı kafelerde, böyle portakalı ikiye bölüp yarısını aparatın içine yerleştirirsin sonra böyle elle çevrilen mengeneyi döndürdükçe diğer aparat portakalın üstüne biner ve tüm suyunu çıkartır. Hiç acımadan, tek amacı suyunu çıkartmaktır. Ben nereye baksam, ne hatırlasam sanki heryere o portakal sıkacağından koymuşlar gibi biri kalbimin suyunu çıkartıyor acımadan. Dayanılmayacak bir durum değil ama saçmalıyor bu beden, bu akıl...

Dünya diyemez oldum, aklım gider, bayılırım; bunlar nedir, kime ne ifade eder? Tuzlu fındık boğzımda takılıyor, her sabah kırmızı ışığa kadar gittiğim yolda, surata benzettiğim o dağda, tarlalarda sen varsın. Çok ilginç ya. Bana biri deney falan mı yaptı? Her dakika senden bahseden bu dudaklar, mühürlendi sanki, her saniye senin varlığın için gülen bu gözler donup kaldı, aldığım her soluğu yarım alayım seninle daha uzun yaşayım derken, şimdi bitip tükensin diye uğraşıyorum. 
Apartman girişini boyayacaktım hani, nasıl kandırıldım, nasıl inandırıldım yalnız o değil benimde inanasım mı varmış ne? O kadar dedim kendime yapma, olmaz diye ama bütün işaretler sen gibiydi..Sanırım Allah beni kandırdı. 

Beni bırakır mısın artık. Bende seni bırakmak istiyorum. Çuval çuval incirler geliyor, sen aklıma her geldiğinde.
Bak aklıma yine ne geldi elini bile tutturmazdın sen bana, ayıp olur diye bende niye böyle davranıyor derdim, varmış her şeyin bir sebebi değil mi arkadaşım. 

6 Mart 2013 Çarşamba

garez

Birlerce ışık içinde dururken, ben o sessizliğin içinde, kilometrelerce hızla uçup giden o fırtına etrafımda, içinde ben tekim, yalnızım, kim olabilirdi ki yanımda, hiç kimse ama bedenim o ağırlığı için bu dünyada durma sebebim, kendi bedenim ve ben. O olmasaydı belki hayat nedir bilemezdim, kavanozun içindeki ruhum ben özgürleşmeye eğilimli.

Biri tutar elinden sen binbir dua okursun ardından, o olsun diye, iki ayrı bedende tek ruh yaşayın diye. Tabaklar, çanaklar kırasın, yere daha hızlı ayaklarını basarsın, o yalnızken etrafında uçuşan fırtına, sana dokunmayan rüzgarlar burun deliklerinden girer ve içinde kopar, iç organlarını parçalarcasına döner durur, kıvrılır çünkü hiç bir sevgi sonsuz değildir, çok sevdiğin senden alınmak zorundadır, solmak zorundadır, ölmek zorundadır, kabulleneceksindir, doğası budur. Gitme dersin ve garezine gider.


Piyanolara basar müzisyenler, kemanın tellerine bastıra bastıra çalarlar o at kılı arşeyi, hırsla, şehvetle, acıyla içinden çıkan melodiler uçar gider fırtınada, baslar çalınır en yükseğinden, en yoğunundan, en derininden, sevgilinin teriyle karıştığın andaki o yoğunluk gibi, dünya durur gibi. Gidecektir ne yazık ki.